Köy Öğretmenim

Mezarlık algım yoktu, ölüm kavramıyla da hiç tanışmamıştım. Bi kere annem bi mevlüte götürmüştü, ama helvalar yemekler yendi içildi dedikodular edildi. Teyzelerin başlarındaki oyalı tülbentler ve ölenin polis olduğu kalmıştı aklımda sadece.

Ama şimdi karşımdaydılar. Kara kara eğri büğrü taşlar. Adeta toprağa sokuşturulmuş gibi. Hiç güneş görmeyen bir karanlıktaydılar. Sonra bunun ormanın karanlığı olduğunu anladım. Cama yaslandım. Sadece isimler okunuyordu ve lakaplar. Kireçle mi yazılmıştı bilmiyorum. Kara Halil. Gelin Güllü. Hasibenin Abdullah. Kör Siyit. İsmayil Efe. Duranların Kadir..

Gelin Güllü. Dikkatlice baktım. Baktım. Güllü benim teyzemdi. Evet teyzem. Annemgil pekmez ocağının başında yorganlara sarılı uyuyakaldığında ebem ahırları, evi, çevreyi toplarken, biz Musti’yle uyanır, onun peşinde dolanırdık. “Üşürsünüz haydi yatın” derdi, biz dinlemez peşinden koşardık. O da işi gücü bırakır, bizi kucağına toplar, kollarının arasında ikimizi adeta bir çocuk eder ve sobanın kenarına camın önüne oturur, bizi hafif hafif sallarken uzaklara bakarak yakım yakardı. (Yakım yakmak; bir kişiyi anarak ona ait beste güfte düzmek/ağıttan farklı.)

Fenarına fenarına/ateş düşmüş fenarına/ Gelin Güllü’m ev yaptırmış/ Topaktaş’ın kenarına

Topaktaş, mezarlıktı. Gelin Güllüsü 14 yaşındaymış. Komşu oğlu Hasan Hüseyin’le evlendirildiğinde 13. İlk doğumunda çocuğunu emziremeden, kucağına alamadan vefat etmiş. Ebem, “analar kızının doğumuna gidemez, ayıptır” göreneğince gitmemiş, evinin camında gelecek güzel haberi beklemiş. Bir erkek torunu olduğu haberiyle Güllü’sünün doğum yaparken öldüğü haberini aynı anda getirmişler.

Koşmuş Güllü’nün daha 1 yıl evvel gelin girdiği eve. Bebeği bir kundağa sarmış, bir kenara koymuşlar. Güllü’nün üzerine bir çarşaf örtmüşler. Al kanlara boyalıymış çarşaf. Damat Hasan Hüseyin, anası-babası bir köşede uğunurlarmış. (Uğunmak; acı ile şok halde sızlanmak.) Kimse konuşmuyormuş. Köy hocası gelmiş, “mevtanın çok kanaması var hemen gömelim, doğum üstüne ölen şehittir zaten, çok bekletilmez” demiş. Ebem dedeme haber salmış. Dedem, “kız doğum yapıyor, avazını duymayayım” diye köyde duramamış, dağlara çıkmış, onun gelmesini beklemişler biraz da. Derken tüm köy toplanmış. İki saat içinde yunmuş yıkanmış kefenlenmiş. Ebem, “kefeni alganlara boyanmıştı” derdi. Köyde yokuş aşağıdır sokaklar. “Yunduğu teneşirden alganlar aktı” derdi. Güllü ikindin toprağa verilmiş. İşte o vakit kundaktaki bebekten bir avaz kopmuş. İki gün bebeği susturamamışlar. Köyün emzikli gelinleri süt vermiş, susmamış bebek. En son ebeme getirmişler, “Hürüaba, biz durduramadık bi de sen eyle” demişler.

Ebem bağrına basmış. Koklamış. Öpmüş. Yüzünü yüzüne sürmüş. Parmağını ağzına vermiş. “Çork çork emmeye başladı” derdi. Sonra ay guzularım diyerek eklerdi; “Kudret-i ala’dan bir emir indi, göğüslerim sızlamaya durdu. Meme ucumu çocuğun ağzına dayar dayamaz göğüslerime kudret pınarından bir süt indi, çocuk eme eme uyuyakaldı.”

Damadın ailesi razı olmuş, bebeği ebemgile vermişler. Bebeğe dedemin adı konulmuş; Mustafa. Annem o günleri anlatırken “Mustafamız” derdi. Mustafa, tüm köyün çocuğu olmuş. Gelen geçen cama tıklatır sorarmış çocuk nasıl diye. Mustafamız Hürü Ebemin emzirmesiyle 7-8 ayda beslenmiş çok güzel serpilmiş, tosun gibi olmuş. Sonra bir gün şiddetli ateşlenmiş, ağlaya ağlaya morarmış ve can vermiş ebemin kucağında.

Ebemin göğüsleri şişmiş, çok hastalanmış, aylarca kendine gelememiş, Deli Meyrem gibi köyü dolanır olmuş, mezarlıktan çıkmaz olmuş, yan yana yatan eski kocası Mevlüt, kızı Güllü ve torunu Mustafa’nın mezarlarında oturup yakım yakar olmuş. (Artık soracak kimse yaşamıyor, kendim hesaplamaya çalışıyorum, ebem o sıralar 30-35 yaşlarındaydı muhtemelen).

Dedem eve kilitlemiş onu. Zaman içinde kendine gelmiş, iyileşmiş. Zaten Güllü Abasının öldüğü sıralarda 12-13 yaşlarında olan annemi de isteyenler çoğalmış. Ebem ölenlerin acısını sinesine basıp yaşayan çocuklarına, yeni düğünlere, yeni doğumlara adamış kendini..

İşte o Güllü Teyzemin mezarıydı karşımdaki. Gelin Güllü. Belki kırk yıl sonra ben 9-10 yaşlarımdayken mahallemizdeki akrabamız Rahime Abla’nın babası gelirdi köyden. Heybelerle bize de hediyeler getirirdi. Annem Hasan Hüseyin enişte gelmiş köyden bi hoşgeldine gidelim derdi babama. Babam da ona bacanak derdi. Ebemim anlattığı hikayelerdeki Gelin Güllü Teyzemin kocasıydı bu enişte. Gördüğümde yüzüne dikkatli bakmış, görmediğim teyzemden, küçük Mustafa’dan izler aramıştım. O, teyzemin senesi dolmadan tekrar evlenmiş, bir sürü çocukları olmuştu. Ebem ara ara Mustafa’yı sevmeye geldiğinden söz ederdi. Ve Mustafa ağır ateşlenip öldüğünde tabuta koydurmamış Hasan Hüseyin enişte, eliyle kefenleyip mezarlığa götürüp anasının yanına gömmüş. Vefat edene kadar Hasan Hüseyin Eniştemizdi o bizim.

Teyzemin yerine gelen Dudu Gelin, gelin olur olmaz ebeme gelip elini öpüp, “ana, ben de senin bir kızınım artık” dese de ebem oralı olmamış ve Güllü Teyzemin çeyizlerini gelin odasından elleriyle sökmüş gelmiş, bir daha da o eve adım atmamış. (gelinin çeyizleri duvarlara çakılıyor ve 1-2 sene bazen 3 sene duvarda çakılı duruyor, düğün öncesi ritüellerdendir, çeyiz çakmaya gitmek.)

Ve..ölene kadar suçluluk duydu ebem, keşke ayıp olur kınarlar demeseydim, kendim gitseydim kızımın doğumuna, bizim sülalenin kızları zor doğum yapar, ben ilmini bilirdim, kızımı kurtarırdım der ve yakım yakardı.

Sınıftaydım, sırtım kapıya dönüktü ve mezarlığı izliyordum. Kapı açıldı. Önümü döndüm. Kapıdan girene baktım. Baktım. Gencecikti öğretmen. Az önce bahçede hiç fark etmediğim detayları fark ettim. Sapsarı saçları, masmavi gözleri vardı. Sanki Musti büyümüş de öğretmen olmuştu. Hemen yerime oturdum.

Bana baktı, gülümsedi. Şehirdeki okulunda neler öğrendin bakalım dedi. Hemen ellerimi yanlara indirip beliklerimi savurtarak ayağa fırladım ve ikkere ikiiii dört, üç kere üüüç dokuz, dört kere dööörrt on altı diye saymaya başladım. Herkes güldü bana, öğretmen de güldü tamam otur dedi, ben de çok güldüm kendime, öğretmenin Musti’ye benzerliği çok rahatlatmıştı.

İyi oldu geldiğin dedi öğretmen, hem arkadaşların okuldayken sıkılmazsın hem de bize neşe getirdin dedi.

Gözlerim bi an mezarlığa kaydı, hemen başımı çevirdim ve elindeki kitabı göstererek gel işareti yapan öğretmenin yanına koştum. Benim adım Hüseyin Uçar dedi. Bundan sonra sana her gün 1 kitap bitirme ödevi veriyorum, diğerlerine verdiğim ödevleri yapmana gerek yok. Sen 30 günde 30 kitap bitireceksin. Kitaplar benden, ama yırtmadan getir.

Hüseyin Öğretmenimin elinden o kitabı aldıktan sonra hayatımda yeni bir sayfa açılmıştı artık.