Et ve Ekmek Meselesi

Sabah gözümü teyzemin yanında açtım. Onu koklayarak uyumak gibisi yoktu. “Sen uyu kuzum” diyerek beni yatakta bırakıp sofra hazırlamaya geçti.

Musti uyanır uyanmaz gece bizim geldiğimizi öğrenince koştu geldi yanıma uzandı, yattığımız yerden koyu sohbetlere daldık. “Ne oldu, niye geldiniz gene” dedi, anlattım babamla yaşadıklarımızı, “keşke senin baban da ölse” dedi, ben de “keşke” dedim çocuk aklımızla gülüştük, sonra teyzem geldi, haydi el ele tutuşun, fırına gidin, taze ekmek alın gelin de tereyağ sürelim üstüne dedi.

Pijamalarımızla, ayağımıza giydiğimiz naylon terliklerle fırladık sokağa. İki ev geçmeden çingenlerin Memet de bize katıldı. Üç çocuk fırına girdik, ikisinin elleri kolları sıcak ekmek doldu, “benim kucağıma da verin” dedim, Musti, “sen alma, zaten yolda düşüp duruyorsun, ekmekleri de düşürürsün, hem çok sıcak, yanarsın” dedi. Elim yanar diye düşünmesi hoşuma gitti, mutlulukla kikirdedim.

Evin önünde durduk. Çingenlerin Memet’le dünden yarım kalmış işleri varmış. “Sen bilmezsin kız işi değil bu’ dediler, fısır fısır konuştular. Ben biliyordum ama, karşıdaki askeriyenin duvar dibini kazarak içeriye sızma harekatı yapacaklardı, onu konuştular. Camdan bakan teyzem bizi görünce “ekmekler soğudu hadin” diye bağırdı, hemen içeri koştuk.

Orada olmanın beni en mutlu kılan yanlarından biri de tereyağı sürülmüş sıcak ekmeklerin yanında lop lop yumurtaları tuza banıp banıp yemekti.

***

O evde her şey tatlıydı. Teyzemin kuru fasülyesi ile anneminki bir değildi. Neden teyzeminki daha lezzetli diye konuşulduğunda teyzemin yemeğe bolca kemikli et koyduğu ortaya çıkardı.

Eti Et-Balık Kurumu’ndan alırlardı. Karton kutuda verilirdi. Teyzem çokca alırdı, her yemeğe kullanırdı. Annem yeteri kadar alır, 7-8 parçaya bölüp buzluğa atar, azar azar kullanırdı.

O güne göre çok da fakir değildik. Kimse çok fakir değildi. Fakirim diyenin bile kapısında bir Şahin, Doğan’ı yahut Serçe’si olurdu. Evlere temizliğe gidip tasarruf için koluna bilezik yapan vardı. Annemin meşhur sözüydü: Kurban’da et verecek fakir bulamıyoruz. Sahiden de herkes kurban kesiyordu çevremizde. Geçmiş hikayelerde sözünü ettiğim Dudu’lar gibi yoksullara o kadar çok et geliyordu ki kurban kesen annem bir kazan kavurma yaparken Dudu etleri üç kazanda kavuruyordu.

Teyzem koç keserdi her bayram, adeti öyleydi. Kuran kurslarına bağışlardı. Kurban eti evde yenmezdi. Ona gerek kalmazdı, et hep vardı.

***

O sabah o fırında yine ekmeklerimizi alıp eteklerim mutluluktan uçuşa uçuşa eve geldik. Mükellef kahvaltı sofrası bizi bekliyordu. Elimizi yüzümüzü yıkayıp sofraya oturduk. Musti’nin boksör abisi Deli Bekri (teyzemin taktığı isim) herkesten önce başlamış, doymak üzereydi. Bekri Abi’nin konuşmasını hiç anlayamıyordum ben. Ağzının içinde bir şeyler söylüyordu. Bence kimse anlamıyordu onun ne dediğini. Musti de öyle ağzının içinden konuşuyordu ama ben onun ne dediğini çok güzel anlıyordum.

Teyzem ve annemin gece yarısı katillerce kovalanışı.

Teyzemlerin müdavimi sadece biz değildik. Dayımın oğlu Mustafa Dayım da devamlı teyzemlere gelirdi. Musti gibi onun da adı dedemin adıydı.

(Bizde dayı oğluna dayı, amca oğluna amca denir)

Onun ve abilerimin teyzemlerde toplaşıp kağıt oynadığı, teyzemle annemin koyu sohbetlere daldığı bir akşamüzeri annemle teyzem eski bir ahbaplarını ziyarete gitmeye karar verdiler. Beni ve Musti’yi almadılar yanlarına. İki kadın gidip gelecekti geç vakit olmadan.

Onlar gitti, evde gençlerin şenliği devam etti. Biz Mustafa ile bilmem kaçıncı kez Teksas TomMiks’lerimize daldık. Kimsenin vakitten haberi yoktu. Birden kapı güm güm şiddetle vurulmaya başlandı. Delikanlılar koştular. Açılan kapıdan bet beniz atmış suratlarıyla annem ve teyzem girdi. Teyzemin tıpkı gece kömürlüğe hırsız girdiği zaman olduğu gibi dili tutulmuş ağzından anlaşılmaz sözler çıkıyordu. Sanırım çoğu küfürdü.

Kimse bir şey anlamadı. Gezmeye diye çıkan iki kadın saldırıya uğramış gibi dönmüşlerdi.

Ve kısmen doğruydu bu. Arkadaşlarının evine giden yol çok uzun diye kestirme bir yola sapmışlar. O yolda ilerlerken peşlerine iki adam takılmış. Bunlar yürümüş onlar gelmiş. Bunlar hızlanmış onlar da hızlanmış. Derken arkadaşlarının evine ulaşmışlar. Orada otururken dönüş korkusu çekmişler ama kimseye belli etmemişler.

Gezmeden kalktıklarında hava kararmış saat akşamın sekizine gelmiş. “Eve geç kaldık gençler bizi bekler” diyerek bi hızla kapıdan çıktıklarında köşe başında o iki adamın bekleşmekte olduğunu görmüşler. Ne yöne gideceklerini bilememişler. Kısa bir panikten sonra teyzem anneme “gel kız” deyip elinden tutmuş ve hızla bir yöne yürümüşler. Peşlerinde adamlar hızlı hızlı yürüyerek bir binanın önünde durmuşlar. Adamlar iyice yaklaşmış. Teyzem yüksek sesle birine seslenir gibi binanın kapısından içeri seslenmiş “kardeşim benim kocam vardı burada başkomiser, onu bir çağırır mısınız” demiş. Adamlar hızla karanlık sokakta kaybolmuşlar. Hızlı hızlı ana caddeye çıktıklarında mahalleye giden bir otobüs denk gelmiş koşar adım otobüsün kapısına yönelmişler. Tam o esnada az önceki adamlar birden arkalarına sokulup adamın teki “aradığınızı buldunuz mu” demiş kulaklarının dibinden fısıldayarak. Hemen can havliyle otobüse atmışlar kendilerini.

O gece hep bu konuşuldu. Defalarca anlatıldı. Gençlere yüklendiler iki anneler, bizimle gelmediniz diye. Suçlusu evdeki delikanlılar oldu.

Yıllar geçip yaşlı birer kadın olduklarında bile aynı hadiseyi aynı korku ile anlattı durdular.

O günden bir kaç gün sonra şehre bir haber yayıldı, gazeteler hep yazmış, o gece o muhitte genç bir kadın kaçırılmış…

Hırsız

Ve Musti gitti.
“Onunla beraber dünyanın en güzel ismi de gitti.”
(Güncel bir diziden aşırdım bu lafı. Ama inanınız çocuk kalbimde o isim dünyanın en güzel ismiydi..)

Biz de iki gün daha kalıp annemin evi özlemesi, teyzemin annemle tartışıp desteğini çekmesiyle kös kös ana kız eve döndük.

Garip bi ilişkileri vardı annemle babamın. 1 ay kadar dünyanın en uyumlu, en mutlu çifti oluyorlar, birlikte bahçe çapalıyor, odun kırıyor, akraba hısım dolaşıp saatlerce güle oynaya sohbet ediyorlardı. Sonra birden bi şey oluyor, kanlı bıçaklı düşmana dönüşüp, bağıra çağıra kavgalar ediliyor; babam annemi tekme tokat dövüp evden atıyordu ve bahar mevsiminden birden kasırgalı tufanlı kışa geçiyorduk hepimiz. Bu nedenle en iyi günde bile bilirdik ki o bahar kalıcı değil, ardından uzun bir kış gelecek.

Aradan 4-5 gün geçmeyecekti ve biz yine teyzemlerin evin yolunu tutacaktık, bundan emindim. Dönüş yolunda bunu düşünmek, beni eve yaklaştıkça teselli ediyordu. Mutsuz çocuklar teselli yaratmada üstün başarı elde ederler hep.

Ertesi sabah ansızın teyzem çıkageldi. Musti’yi özlemiş, Kuran Kursuna ziyarete gelmiş (bizim mahalledeydi kurs), ama onu almamışlar. O da çok sinirlenmiş bize gelmiş. Babamdan rica etti, mahallenin camiinin imamına yolladı, Kuran kursu yetkililerini tanıyor olabilir diye. Babam gitti konuştu, sahiden de imam tanıyormuş kurs yetkililerini, babamla birlikte gitmişler kursa, ama hayır demiş idareciler, kursa gelen çocuk 1 ay dolmadan evci çıkamaz, ailesi ile görüştürülmezmiş. İmam ve “annesi çok hasta” yalanını atan babam ne deseler ikna edememişler Keskin Hoca’yı.
(Sonra anlatırım bu Keskin Hoca ve karısı Hacer Teyzeyi. )

Teyzem kızdı, öfkelendi, Kursa verdiğine pişman olmuştu çoktan, annemle hacılara hocalara atıp tuttular, annem iyice körükledi teyzemi, ama yapacak bir şey bulamadılar.
Teyzem evine dönmek için müsaade istedi. Giderken anneme “Virgie’yi de götüreyim, siz de akşama yemeğe gelin, moralim çok bozuk iki muhabbet ederiz” dedi, annem “şimdi durmaz bu, Mustafa da yok, biz akşam hepimiz toplanıp geliriz, eniştenle aramız düzeldi gayri” dedi. Teyzem dişlerinin arasından “kaç gün sürecek bakalım” diyerek kalkıp kapıya yönelirken, “ben de gideceğim” diyerek ayakkabılarımı almaya koştumsa da annem göndermedi. Gene ağladım bir sürü teyzemin ardından. Teyzemin, dayılarımın daha doğrusu her gidenin ardından “ben de gideceğim” diye bir ağlama huyum vardı ki herkesi bezdirmiştim bu konuda. Annem konu komşuya mahcup olurdu bahçede bağırarak ağlayışımdan; “her gelenin ardına düşer bu” derdi. Bu seferki ağlamamda Musti’nin kurstan çıkamaması, onu görememek ızdırabı da vardı biraz..

Akşam. Babam kapıdan girer girmez “hadi bacımgile yemeğe davetliyiz” diyerek gezmelik ceketini uzattı annem. Babam; “olur canım, akşama kadar araba üzerindeydim ama, yayan gidelim olmaz mı” dedi ve herkes hazırlandı, güle oynaya yola düştük. O yollardan ailemle böyle el ele kol kola neşe içinde gitmek, benim için masal gibi, rüya gibi şeylerdendi. Ömrümüzün baharı dedikleri bu olsa gerek..

Uzaktan teyzemlerin bütün ışıklarının yandığını görünce kalbim sevinçle çarptı. O iki katlı yeşil evden sokağa taşan ışıltı, benim çocuk kalbime ne keyifler vadediyordu. Teyzem, gönlü coşup sofralar donattığı zaman, tüm evin ışıklarını açar, evi şaşaaya boğardı. Avizelerdeki üçerli beşerli ampüllerin duvarlarda dolaşan kristal yansımalarında dışardan görülen bir saadet gizliydi sanki.

Eve girdik. Abim, teyzemin iki büyük oğluyla hemen bir odaya sokuldu ve kapıyı da -biliyorum, ben girmeyeyim diye- sıkı sıkı örttüler. Hep kızlardan, sinemalardan filan konuştuklarını ben bilmiyor muydum sanki. Usul usul kapıya sokulur, bebeğimle oynar gibi yapar, konuşmalarını çözmeye çalışır, çoğu kez onları dinleyerek holdeki tekli koltukla uyur kalırdım.

Babam Hiç bir zaman kendisini tam onaylamayan pek kıymetli baldızıgilde sorunsuz geçen akşamın ve ailesini bir arada tutmanın verdiği keyif içinde teyzemin açtığı tv’den haberleri izliyor; annem, teyzem ve kızı Cennet masaya tabak çanak taşıyorlardı.

Kimseye görünmeden Musti’nin odasına girdim. Odada kabarık yataklı bir somya (yatağın altı Musti’nin zulasıydı, yok yoktu orada, bir dükkan dolusu şey vardı), bir tekli koltuk, terek dedikleri sanayi tipi raflardan yapılma karman çorman kitaplık ve bir köşede kocaman sepetler içinde (küfe, annemler köfün derdi, bağbozumu zamanında sırtlarında üzüm taşırlardı) koca koca sarı elmalar. Alakova Çiftliği’nden kamyonla meyve (vişne, kayısı ve elma) gelir, teyzem bir kısmını mahalleye dağıtır, birazını fakir akrabalara yollar, ‘kış elması’ da denen sarı elmaların kalanını kışın tüketmek üzere bu odada muhafaza ederdi. Çürüyenler doğruca tavuklara gider, çok eriyikler sirke yapılırdı. O odadan her mevsim elma kokusu yayılırdı.

Elime bir elma alıp ısırarak camdan dışarıları seyrettim. Sokaklardaki tek tük insanlar arasında Musti’nin eve doğru gelişini hayal ettim.. Çünkü “kaçıp geleceğim” demişti.

Yemek yendi. Teyzemle babam birer Marlboro sigarası yakıp (babam Bafra, abilerim Samsun ve Maltepe içerdi, teyzem Marlboro içerdi) TV karşısında sohbete koyuldu, ben bulaşık yıkayan Cennet Ablanın yanına tabure çekip üzerine oturarak ordan burdan sohbete daldım.

Derken ansızın çatıdan bağırtılar, boğuşma sesleri gelmeye başladı. Nasıl oldu bilmiyorum, içime doğdu derler ya, en tiz sesimle: Çatıda Musti var! Musti gelmiş! Mustiiiii! diye hoplamaya başladım. Kimse ne olduğunu anlayamadı. Dışarıdan gelen bağırışlara mı, benim tiz çığlıklarıma mı koşsunlar bilemediler, herkes hole hücum etti.
Teyzem birden döndü ve yatak odasına girip dolapta saklı duran tüfeğini aldı, kapıya seğirtti. Yukarıdan hala boğuk insan sesleri ve bir şeylerin üzerine basılmasıyla zeminden çıkan haşırtılı kütürtülü çıtırtılı sesler geliyordu. Teyzem önde, annem arkada merdivenleri çıkarken, bizler kapı önündeki beton zeminde korku ve heyecanla bekleştik, birden bir adam teyzemi ve annemi itip, merdivenleri üçer beşer atlayarak önümüzden geçerek kaçtı gitti.

Yıllarca teyzemin o anlardaki halinin taklidi yapılıp gülüşüldü, ancak o an dehşetli korkudan kimsenin aklına gülmek gelmiyordu; teyzemin korkudan dili tutulmuş; o loş merdiven aralığında elinde silah, anlaşılmaz galiz küfürler ediyor, boğuk çığlıklar atıyordu.

Babam ve evdeki gençler hemen sokağa fırladılar, karanlık sokaklarda oraya buraya bilinçsizce koşturup çarçabuk eve döndüler.
Bizler çatıya koştuk hemen. Teyzem ve annem ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı, derken yine herkesi korkudan titreten bir şey oldu, adamlardan biri hala duruyordu galiba, bacanın arkasından haşır huşur sesler geldi. Teyzem silahı bu kez doğrultabildi ve yine dili biraz peltek ama anlaşılır şekilde “çık lan deyyus” diye bağırdı. Daha teyzem susmadan bacanın ardındaki “adam” fırladı ve üzerimize doğru atıldı.

Kış bastırmadan 3-5 ton ıslak kömür alıp kurusun diye çatının zeminine yaymışlardı, gece karanlığında ıslak kömür ışıl ışıl parlıyordu. Baca karaltısından eli yüzü kan ter içinde, sümüklü maymun suratlı, sarı kafa Musti çıktı. Annesine sarıldı hemen, nasıl da ağlıyordu boğuk boğuk, ama ne dediği anlaşılmıyordu. Teyzem “Mustafa’m guzum” diye haykırarak Musti’yi sarıldı, gözyaşlarından kara izler oluşmuş yüzünü öpüp kokladı.

İçeri geçildi. Evdeki gençleri bi kaç yüz metre ilerdeki karakola yolladılar, annesinin kucağına yaslanan Musti anlatmaya başladı. Çatıya hırsız girmiş. “Gündüzden kapının önüne gelen kömür kamyonunu görmüş olmalı” dedi babam. Hırsız tam çuvallara kömür doldururken, Kuran kursundan kaçıp çatıya saklanan Musti ile burun buruna gelmişler, Musti çığlık atıp bas bas bağırınca da..gerisini biliyorsunuz..

Karakoldan yaşlı bir polis amca geldi, olan biteni dinledi, “biz arar buluruz, siz rahat uyuyun” dedi, babama “siz kimsiniz” dedi, babam “eniştesi oluyorum” dedi, “bugün bu evi boş bırakmayın” dedi polis amca ve gitti.


Bütün ışıkların yandığı o evde şaşaalı bir kutlama filan olmamıştı o gece, ama belki de Musti’nin canına kastedilecek polisiye bir vak’a yaşanmıştı ve herkes olayın şoku ile koltuklara çakıldı kaldı.

O gece orada kaldık. Teyzem, sarı kafası kömürlere bulanan Musti’yi yıkadı hemen, bizden müsaade istedi ve ana oğul sarılıp yattılar. Ben de anne babamla bize ayrılan odadaki yatağıma geçtim, uzandım. O gün yaşadıklarımızı düşünürken yeniden korkuya kapılıp anneme sımsıkı sarıldım. İçim dehşetle ürperiyorsa da yüzüm ışıl ışıldı; Musti söz verdiği gibi gelmişti; sabah kalktığımda, artık kursa gitmeyecek olan Musti ile bisikletin arkasında fırına gidecek, (bi keresinde böyle bisikletle giderken bi tümsekte beni düşürmüştü de hiç fark etmemişti, öyle yolun ortasında dönmesini beklemiştim; biliyordum dönerdi hep..) kümesten yumurta toplayacak (Musti, bir ikisini kafasında kıracak çiğ çiğ içecekti oracıkta ve bana da içirmeye çalıştıkça ben ciyyak ciyyak bağıracaktım, tavuklar çil yavrusu gibi kümesten kaçışacaktı) ve akşamlara kadar saç saça baş başa gülüşüp oynaşacak olmanın keyfi ile uykuya daldım..

Musti ile ayrılık

Teyzemgilin kapısından içeri girdiğim an, dünyam değişiyordu. Bizim evdeki sürekli hesap kitap yapılan, alım satım konuşulan, arta kalan vakitte de din imandan bahsedilen havaya inat, teyzemgilde hep bitmeyen bir eğlence, neşe ve sınırsız oyun oynamak vardı.

Musti vardı orada.

Bu gelişimizde teyzem daha holdeki hoş geldiniz kucaklaşması bitmeden açıkladı. İlkokulu bitiren Musti’yi yatılı Kuran Kursu’na yazdırmışlar. Yaramazlıklarından bıkan teyzem “ben artık bu çocuğu güdemiyorum” diyordu.

Bütün keyfim kaçtı. Teyzemin sıcak ekmek için gönderdiği fırına giderken canım yürümek istemedi hiç. Musti omuzumdan sürüyerek sırtımdan ite ite götürdü.

Onsuz bir dünya düşünemiyordum. 11 yıl yaşadığım şu dünyada onsuz tek bir günüm geçmemişti. Geçmişti de onlara gideceğimiz (ya da onlar geleceği için teselli olduğum) günleri de onunla geçmiş sayıyordum.

Şu kısa ömrün bütün güzel anıları onunla yaşanmıştı. Askeriyenin duvarına onunla delik açmış, Alakova Çiftliği’ndeki kanalda onunla beraber kurbağaları taşla ezmiş, onunla elma deposundaki sarı elmaların üzerine çıkıp Teksas Tom Miks okumuştuk.

Sokaktaki çocuklara beni dövdürmemişti hiç. Kendi döverdi o başka. O korumak için döverdi. Hem acıtmadan vururdu.

Ekmekten dönünce yine surat astım. Sofrada kavga çıkarıp küsüp kalktım. Genelde sofrada kavga çıkarıp kalktığımda teyzem peşimden gelir beni öpe koklaya sofraya döndürürdü. Şimdi öyle yapmadı.

Musti’den gerçekten bıkmıştı. Abileri gibi güreşe de yazılmamıştı. Tek derdi mahallede düzeni bozmak, camlara taş atmak, milletin kümesinden yumurta çalmak -kendi kümeslerinden yumurta toplamaya üşenirdi oysa- ve Çingenlerin Memet’le akşama kadar şehrin yarısını gezmekti.

O kadar çok geziyordu ki ayakkabısı delinmiş, ucundan parmağı çıkıyordu. Bunu gören teyzem onu bir güzel dövmüş, ayakkabıyı hemen çöpe attırmış, yerine bir çift siyah rugan ayakkabı almıştı.

Rugan ayakkabıyı çok severdi teyzem. Bana da kırmızısını almıştı. Musti’ye bir şey alınca mutlaka bana da alırdı. Hatta herhangi bir alışverişten dönerken bana illa bir çift saç tokası (uğur böcekli, papatyalı) alır, kızı Cennet’e saçlarımı ördürürdü.

Kıvırcık saçlarımı zaptedemezdim. Ancak örülürse yüzüm gözüm görünürdü. Hayata hep saçlarımın ardından bakıyordum. İki yanlarından belik örülüp uğur böcekli toka ile bağlanınca teyzem “hah, zaten kaşık kadar suratı var, çıktı ortaya” derdi.

Biz orada kalacaktık biraz daha. Babam bu kez sadece dövüp evden atmamıştı bizi, biz teyzemgile geldikten bir gün sonra kapıya gelip annemle teyzeme saldırmıştı. Teyzem de büyük yemin etmişti artık bizi göndermeyecekti o eve.

Annem büyük olduğu halde teyzemin dediği olurdu genelde. Defalarca demişti anneme boşan gel, ben bakarım size. (Teyzem bakardı. O çok zengindi. Nasıl zengin olmuştu, onu sonra anlatacağım.) Ama annem kabul etmemişti. Evim var bahçem var oğlanlarım var nasıl bırakıp gelirim kurulu düzenimi der, sonra bir kaç gün kalıp geri eve dönerdik.

Bu sefer kalacaktık artık ve ben eskiden olsa buna çok sevinecekken hiç mutlu değildim, çünkü Musti‘yi abisi az sonra götürecekti. Banyo yaptırdı teyzem, öncesinde saçları sıfıra vuruldu. Sapsarı saçları gitmişti, sapsarı kuru kafası ve küçücük kulakları ile maymuna benziyordu. Dalga geçemedim çünkü dalga geçemeyecek kadar mutsuzdum.

Sofradan kalkıldı son konuşmalar edildi, eline küçük valizi verilip Musti kapıya kadar çıkarıldı. Son anda omuzunu öne atıp teyzemi aştı ve “Virgie’ye bi şey göstericem” deyip beni de omuzumdan iterek odaya soktu kapıyı kapattı.

Yatağını kaldırdı, altında bilye kutuları ve Teksas Tom Miksler vardı. Kağıt paralar vardı. Hepsini bir torbaya koydu bana uzattı.

-Bunları sizin eve götür, annem hepsini çöpe atacak. Ben kaçıp geleceğim yakında, hem…

Kaçıp geleceğim dedikten sonrasını duymadım..

Et ve ekmek meselesi

Sabah gözümü teyzemin yatağında açtım ancak açar açmaz da işkence başlamıştı. Yo yo babam değil, o evde kaldı artık, gelemez erişemez bize, teyzemin açtığı mutluluk şemsiyesine elimizden alamaz.

O gece bizim geldiğimizi öğrenince koştu geldi yanıma uzandı, yattığımız yerden laf yarıştırmaya başladık. Ne oldu dedi, anlattım her şeyi, “keşke senin baban da ölse” dedi, ben de “keşke” dedim gülüştük, sonra teyzem geldi, haydi el ele tutuşun fırına gidin taze ekmek alın gelin de tereyağ sürelim dedi.

Pijamalarımızla, ayağımıza giydiğimiz naylon terliklerle fırladık sokağa. İki ev geçmeden çingenlerin Memet de katıldı bize. Üç çocuk fırına girdik, ikisinin elleri kolları ekmek doldu “ben de alayım ekmek” dedim, Musti, “sen alma zaten yolda düşüp duruyorsun ekmekleri de düşürürsün” dedi.

Evin önünde durduk. Çingenlerin Memet’le dünden yarım kalmış işleri varmış. (Karşı askeri kışlanın duvar dibini kazarak içeriye sızma harekatı) onu konuştular. Teyzem cama çıkıp küfretti ekmekler soğudu diye, hemen içeri koştuk.

Orda olmanın beni en mutlu kılan yanlarından biri de tereyağı sürülmüş sıcak ekmeklerin yanında rafadan yumurtaları tuza banıp banıp yemekti.

O evde her şey tatlıydı. Teyzemin kurufasülyesi ile anneminki bir değildi. Neden teyzeminki daha lezzetli diye konuşulduğunda farkın teyzemin yemeğe bolca kemikli et koymasında olduğu anlaşılırdı.

Eti Et Balık Kurumu’ndan alırlardı. Karton kutuda verilirdi. Teyzem çokca alırdı, her yemeğe kullanırdı. Annem yeteri kadar alır 7-8 parçaya bölüp buzluğa atar, azar azar kullanırdı.

O güne göre çok da fakir değildik. Kimse çok fakir değildi. Fakirim diyenin bile kapısında bir Şahin, Doğan’ı yahut Serçe’si olurdu. Evlere temizliğe gidip tasarruf için koluna bilezik yapan çoktu. Annemin meşhur sözüydü: Kurban’da et verecek fakir bulamıyoruz. Sahiden de herkes kurban kesiyordu çevremizde. Geçmiş hikayelerde sözünü ettiğim Dudu’lar gibi yoksullara o kadar çok et geliyordu ki annem bir kazan kavurma yaparken o 3 kazan kurduğu bahçesinde etleri kavuruyordu.

Teyzem koç keserdi, adeti öyleydi. Kuran kurslarına bağışlardı. Evde yenmezdi kurban eti. Ona gerek kalmazdı, et hep vardı.

O sabah o fırında yine mutlulukla ekmeğimizi alıp bisikletin arkasında eteklerim uçuşa uçuşa eve geldik. Mükellef kahvaltı bizi bekliyordu. Elimizi yüzümüzü yıkayıp sofraya oturduk. Musti’nin boksör abisi Bekri herkesten önce başlamış doymak üzereydi. Bekri Abi’nin konuşmasını hiç anlayamıyordum. Ağzının içinde bir şeyler söylüyordu. Bence kimse anlamıyordu onun ne dediğini. Musti de öyleydi biraz ama onun ne dediğini çok güzel anlıyordum.

Köy Öğretmenim

Mezarlık algım yoktu, ölüm kavramıyla da hiç tanışmamıştım. Bi kere annem bi mevlüte götürmüştü, ama helvalar yemekler yendi içildi dedikodular edildi. Teyzelerin başlarındaki oyalı tülbentler ve ölenin polis olduğu kalmıştı aklımda sadece.

Ama şimdi karşımdaydılar. Kara kara eğri büğrü taşlar. Adeta toprağa sokuşturulmuş gibi. Hiç güneş görmeyen bir karanlıktaydılar. Sonra bunun ormanın karanlığı olduğunu anladım. Cama yaslandım. Sadece isimler okunuyordu ve lakaplar. Kireçle mi yazılmıştı bilmiyorum. Kara Halil. Gelin Güllü. Hasibenin Abdullah. Kör Siyit. İsmayil Efe. Duranların Kadir..

Gelin Güllü. Dikkatlice baktım. Baktım. Güllü benim teyzemdi. Evet teyzem. Annemgil pekmez ocağının başında yorganlara sarılı uyuyakaldığında ebem ahırları, evi, çevreyi toplarken, biz Musti’yle uyanır, onun peşinde dolanırdık. “Üşürsünüz haydi yatın” derdi, biz dinlemez peşinden koşardık. O da işi gücü bırakır, bizi kucağına toplar, kollarının arasında ikimizi adeta bir çocuk eder ve sobanın kenarına camın önüne oturur, bizi hafif hafif sallarken uzaklara bakarak yakım yakardı. (Yakım yakmak; bir kişiyi anarak ona ait beste güfte düzmek/ağıttan farklı.)

Fenarına fenarına/ateş düşmüş fenarına/ Gelin Güllü’m ev yaptırmış/ Topaktaş’ın kenarına

Topaktaş, mezarlıktı. Gelin Güllüsü 14 yaşındaymış. Komşu oğlu Hasan Hüseyin’le evlendirildiğinde 13. İlk doğumunda çocuğunu emziremeden, kucağına alamadan vefat etmiş. Ebem, “analar kızının doğumuna gidemez, ayıptır” göreneğince gitmemiş, evinin camında gelecek güzel haberi beklemiş. Bir erkek torunu olduğu haberiyle Güllü’sünün doğum yaparken öldüğü haberini aynı anda getirmişler.

Koşmuş Güllü’nün daha 1 yıl evvel gelin girdiği eve. Bebeği bir kundağa sarmış, bir kenara koymuşlar. Güllü’nün üzerine bir çarşaf örtmüşler. Al kanlara boyalıymış çarşaf. Damat Hasan Hüseyin, anası-babası bir köşede uğunurlarmış. (Uğunmak; acı ile şok halde sızlanmak.) Kimse konuşmuyormuş. Köy hocası gelmiş, “mevtanın çok kanaması var hemen gömelim, doğum üstüne ölen şehittir zaten, çok bekletilmez” demiş. Ebem dedeme haber salmış. Dedem, “kız doğum yapıyor, avazını duymayayım” diye köyde duramamış, dağlara çıkmış, onun gelmesini beklemişler biraz da. Derken tüm köy toplanmış. İki saat içinde yunmuş yıkanmış kefenlenmiş. Ebem, “kefeni alganlara boyanmıştı” derdi. Köyde yokuş aşağıdır sokaklar. “Yunduğu teneşirden alganlar aktı” derdi. Güllü ikindin toprağa verilmiş. İşte o vakit kundaktaki bebekten bir avaz kopmuş. İki gün bebeği susturamamışlar. Köyün emzikli gelinleri süt vermiş, susmamış bebek. En son ebeme getirmişler, “Hürüaba, biz durduramadık bi de sen eyle” demişler.

Ebem bağrına basmış. Koklamış. Öpmüş. Yüzünü yüzüne sürmüş. Parmağını ağzına vermiş. “Çork çork emmeye başladı” derdi. Sonra ay guzularım diyerek eklerdi; “Kudret-i ala’dan bir emir indi, göğüslerim sızlamaya durdu. Meme ucumu çocuğun ağzına dayar dayamaz göğüslerime kudret pınarından bir süt indi, çocuk eme eme uyuyakaldı.”

Damadın ailesi razı olmuş, bebeği ebemgile vermişler. Bebeğe dedemin adı konulmuş; Mustafa. Annem o günleri anlatırken “Mustafamız” derdi. Mustafa, tüm köyün çocuğu olmuş. Gelen geçen cama tıklatır sorarmış çocuk nasıl diye. Mustafamız Hürü Ebemin emzirmesiyle 7-8 ayda beslenmiş çok güzel serpilmiş, tosun gibi olmuş. Sonra bir gün şiddetli ateşlenmiş, ağlaya ağlaya morarmış ve can vermiş ebemin kucağında.

Ebemin göğüsleri şişmiş, çok hastalanmış, aylarca kendine gelememiş, Deli Meyrem gibi köyü dolanır olmuş, mezarlıktan çıkmaz olmuş, yan yana yatan eski kocası Mevlüt, kızı Güllü ve torunu Mustafa’nın mezarlarında oturup yakım yakar olmuş. (Artık soracak kimse yaşamıyor, kendim hesaplamaya çalışıyorum, ebem o sıralar 30-35 yaşlarındaydı muhtemelen).

Dedem eve kilitlemiş onu. Zaman içinde kendine gelmiş, iyileşmiş. Zaten Güllü Abasının öldüğü sıralarda 12-13 yaşlarında olan annemi de isteyenler çoğalmış. Ebem ölenlerin acısını sinesine basıp yaşayan çocuklarına, yeni düğünlere, yeni doğumlara adamış kendini..

İşte o Güllü Teyzemin mezarıydı karşımdaki. Gelin Güllü. Belki kırk yıl sonra ben 9-10 yaşlarımdayken mahallemizdeki akrabamız Rahime Abla’nın babası gelirdi köyden. Heybelerle bize de hediyeler getirirdi. Annem Hasan Hüseyin enişte gelmiş köyden bi hoşgeldine gidelim derdi babama. Babam da ona bacanak derdi. Ebemim anlattığı hikayelerdeki Gelin Güllü Teyzemin kocasıydı bu enişte. Gördüğümde yüzüne dikkatli bakmış, görmediğim teyzemden, küçük Mustafa’dan izler aramıştım. O, teyzemin senesi dolmadan tekrar evlenmiş, bir sürü çocukları olmuştu. Ebem ara ara Mustafa’yı sevmeye geldiğinden söz ederdi. Ve Mustafa ağır ateşlenip öldüğünde tabuta koydurmamış Hasan Hüseyin enişte, eliyle kefenleyip mezarlığa götürüp anasının yanına gömmüş. Vefat edene kadar Hasan Hüseyin Eniştemizdi o bizim.

Teyzemin yerine gelen Dudu Gelin, gelin olur olmaz ebeme gelip elini öpüp, “ana, ben de senin bir kızınım artık” dese de ebem oralı olmamış ve Güllü Teyzemin çeyizlerini gelin odasından elleriyle sökmüş gelmiş, bir daha da o eve adım atmamış. (gelinin çeyizleri duvarlara çakılıyor ve 1-2 sene bazen 3 sene duvarda çakılı duruyor, düğün öncesi ritüellerdendir, çeyiz çakmaya gitmek.)

Ve..ölene kadar suçluluk duydu ebem, keşke ayıp olur kınarlar demeseydim, kendim gitseydim kızımın doğumuna, bizim sülalenin kızları zor doğum yapar, ben ilmini bilirdim, kızımı kurtarırdım der ve yakım yakardı.

Sınıftaydım, sırtım kapıya dönüktü ve mezarlığı izliyordum. Kapı açıldı. Önümü döndüm. Kapıdan girene baktım. Baktım. Gencecikti öğretmen. Az önce bahçede hiç fark etmediğim detayları fark ettim. Sapsarı saçları, masmavi gözleri vardı. Sanki Musti büyümüş de öğretmen olmuştu. Hemen yerime oturdum.

Bana baktı, gülümsedi. Şehirdeki okulunda neler öğrendin bakalım dedi. Hemen ellerimi yanlara indirip beliklerimi savurtarak ayağa fırladım ve ikkere ikiiii dört, üç kere üüüç dokuz, dört kere dööörrt on altı diye saymaya başladım. Herkes güldü bana, öğretmen de güldü tamam otur dedi, ben de çok güldüm kendime, öğretmenin Musti’ye benzerliği çok rahatlatmıştı.

İyi oldu geldiğin dedi öğretmen, hem arkadaşların okuldayken sıkılmazsın hem de bize neşe getirdin dedi.

Gözlerim bi an mezarlığa kaydı, hemen başımı çevirdim ve elindeki kitabı göstererek gel işareti yapan öğretmenin yanına koştum. Benim adım Hüseyin Uçar dedi. Bundan sonra sana her gün 1 kitap bitirme ödevi veriyorum, diğerlerine verdiğim ödevleri yapmana gerek yok. Sen 30 günde 30 kitap bitireceksin. Kitaplar benden, ama yırtmadan getir.

Hüseyin Öğretmenimin elinden o kitabı aldıktan sonra hayatımda yeni bir sayfa açılmıştı artık.

Virgie Köy Okulunda

Teyzem hemen kabul etti, annem biraz itiraz etti, teyzem onu da ikna etti, Hürü Ebem razı gelmedi, “bitlenir” dedi, “döverler, iter kakarlar küçücük daha” dedi, ama ısrarım ve ağlayıp yalvarmalarım sonucu o da olur verdi..

Köy okulu, karşı yamaçlara yapıldığından tüm köy, okulu seyredebiliyordu, Teneffüsteki çocuğuna seslensen duyardı yani. Amcamın kızı Safiye, dayımın oğlu Alı (önceki hikayelerde geçmişti adı, i le değil ı ile okunacak. İrecep, Iramazan, Iraz, Güssün, daha bir sürü değişik isimler..Ali de Alı işte. Yağır Alı. Burnunu koluna silip durduğu için Yağır demişlerdi ona) ve ablası Ayşana ile aynı okula gidecektim; annemle teyzeme, ebeme okul bahçesinden el sallayabilecektim.

Annem, köy imamı Davut Enişte’ye gitmiş hemen akşamdan, öğretmenle konuşsun diye. O da annemi de yanına alıp gitmişler konuşmaya. Kabul etmiş öğretmen, ben erken uyumuştum o gece. Çünkü uyumazsam okulu kaçırırım diye korkuyordum. Ben uyurken neler olmuş meğerse..

Kapının önünden çıngır çıngır çıngırdaklı keçiler geçerken uyandım. Ebem, annem ve teyzemle yattığımız yer yatakları boştu. Dışarıdan, pekmez ocağının altında yanan kuru asma dallarının çıkardığı çıtır çıtır sesler ve tarifi imkansız kokular geliyordu. Mabeyindeki duvara gömülü kara ocağa konulan sacayağı üzerinde isli ibrik, yanında küçük çaydanlık, bir köşede duran kuzinede nar gibi pişmiş kömbe tepsisi ve teyzemin türküye benzeyen mırıltıları..

Elimi yüzümü yıkadım, günlerdir vara yoğa ağladığım için grip gibi bi şey olmuştum, ama belli etmemeye çalışıyordum. Teyzem sarıldı, öptü beni, “bak sana ne göstereceğim” dedi. Etrafıma bakındım ve orta direkteki çiviye takılı önlüğü gördüm. Beyaz bez yakalı. Ama yeni değildi. “Kimin bu ya eski püskü” dedim hemen. Sesimde ağlaya sızlaya da olsa istediğini elde eden insanlardaki buyurganlık vardı. Teyzem hemen anladı, “dur bakalım” dedi, köşedeki yüklükten başka bir önlük çıkardı, hemen ona atıldım ancak neredeyse lime limeydi, çabucak ilk önlüğe sarıldım, “bu, bu olsun” dedim hoplayarak. Böylece bulduğuyla yetinene dönüştüm bi anda.

Kömbe, keşli katmer, sadeyağda yumurta ve pekmezli sütle kahvaltımı edip hemen önlüğü giyindim. Kolumu sokarken elim yırtığa takıldı, teyzeme dönüp baktım hiç ses etmedi, annem eline aldı, söküğü kontrol etti, “bugünlük giy, gece onarırım” dedi.

Annem “daha erken, dur beliklerini yeniden örelim” dese de “ne var beliklerimde” dedim ve dama çıkıp bekledim. Ebemin evi yokuşun ortalarındaydı, yukarı mahleden nasıl keçiler çıngır çıngır akıp geliyorsa, çocuk sürüsü de öyle akıp kapımızın önünden geçecekti ve ben o an giriverecektim aralarına.

Kendi okulumun yolu düpedüzdü. Hep abim götürürdü beni. Annem belki kaybolur, belki düşer, yaralanır, belki yorulur derdi abime. Abim karlı günlerde kucağına alırdı okul yolunda. Kollarımı boynuna sarar, geride kalan yola bakarken kendimi çok korunmuş hissederdim. 10 yaş vardı aramızda. Ama aslında o benim anam, babam, kardeşim, dostum, sırdaşım, tek koruyucum, yegane sığınağımdı. O gittiğinden beri kimsenin yanında öyle hissetmedim. Bir yanım hep üşüdü, bir yanım hep korktu, bir yanım ebediyen öksüz kaldı..

Ve tepelerden çocuk akını baş gösterdi. Yokuş aşağı indikleri için kara lastik ayakkapları sert toprakta pat pat pat ses çıkarıyordu. Sapsarı beyaza yakın bir toz bulutu da peşleri sıra. Bu arada birden yanımda amcam belirdi. Annemle Ayşebem (babannem, Ayşe, ben Ayşebe derdim) aynı yıl doğum yaptıklarından amcamla büyük abim yaşıttı. Amcam elindeki “Kuran Kabı” denen ipli kumaş çantayı çapraz olarak gögsüme taktı. Kumaştan kapağını açıp içine baktım hemen, bir sürü yıpranmış Cin Aliler, boş ince bi defter, bir iki kullanılmış kalem. “Ben Cinalileri geçtim amca” dedim. “Afferim sana” dedi, başımdan öptü ve önümden geçen çocuk sürüsüne hafifçe ittirdi beni..Onların damından Ayşebemin elini gözlerine siper etmiş bana baktığını gördüm. Kalbim güm diye çarptı.

Ve biz çocuklar ordusu ve korosu, koşuyorduk durmadan. Dursan düşersin, öyle koşmak. Evdeyken abimin kucağında Taş Bebek gibi gittiğim okula şimdi bir sürü tanımadığım çocukla yuvarlana yuvarlana gitmenin coşkusu. Kalbim duracak sandım. Ağzım kurudu, sırtım terledi. Derken kalabalığın içinden iki el, ellerimden tuttu. Dayımın çocukları Alı ile Ayşana. Arkamda da artçı gibi az önceki amcamın kızı Safiye. Nasıl mutlu oldum, nasıl sevinçten uçtum yakınlarımı görünce. Evet en iyi ifade bu, uçuyordum coşkudan. Okula çok yaklaştık harman yerine inmiştik artık, uçmuyor yürüyorduk, ama içim uçmaya devam etti.

Okulun önündeki balkon gibi yere çıkmış biri, elindeki çanı sallıyordu sağa sola. Çandan gelen ses, keçilerin çıngırtısına benziyordu. Okulu hiç bu kadar yakından görmemiştim. Kireçle boyanmış kerpiç bi yapıydı, her yeri ahşaptandı. Bahçesinde küçükce bir Atatürk büstü, duvar kenarında su tulumbası, Tulumbanın altında taştan bir leğen. Bunlara yalak dendiğini o gün öğrendim.

Bahçedeki çocuk kalabalığına karışmak, hoplayıp zıplamak, delice oynaşmak istiyordum ancak Alı ile Ayşana izin vermedi buna, çok sıkı tembihlenmişlerdi besbelli, elini hiç bırakmayın, kaybolur, düşer, yaralanır, yorulur denmişti onlara da. Alı iki de bir de cebinden çıkardığı eski püskü bi çaputu uzatıp “mendil vireyim mi” deyip duruyordu. Yağır Alı öyle tuhaf bi çocuktu ki, o aşırı masmavi gözleri, sapsarı kafası ile bi yandan bana Musti’yi hatırlatıyor, baktıkça burnumun direği sızlıyordu; bi yandan da Musti’nin yerini almaya çalışıyor gibime geliyor, ondan kaçma isteği duyuyordum..

Derken öğretmen herkesi sıraya soktu. Beni eliyle yanına çağırdı, kısaca tanıttı, Güllü Mustafaların Arfaba’nın kızı, burada 1 ay bizimle okuyacak, sahip çıkın vs vs bi şeyler söyledi.

Geniş salon gibi bi giriş ve 2 odadan ibaretti okul. Odalar sınıftı. 1-2-3’ler ve 4-5’ler. Ben ilk gruptandım, Alı ile Ayşana ve Safiye karşı odadaydılar. Bu duruma biraz da sevindim, çünkü özgür olmak istiyordum, yakınlarımın hem yakınımda olduğunu bilmek onlara güvenmek, hem de kimsenin bi şeysi olmadan kendim olmak.

Kendi sınıfıma geçtim. Tahta sıraların en uçtakine oturdum. Öğretmen daha girmemişti. Öğretmen hem de müdürdü. O giresiye ben herkesi inceledim tek tek. Bi tanesi beliklerimi okşayıp “senin ananıla benim bubam emmi çocuklarıymış, anam öyle didi” dedi. Hiç bi şey anlamamıştım. Öğretmenin girmesini heyecanla beklerken başımı cama çevirdim..

Mezarlıkla yan yanaydı okul.

Devam idecek..

Virgie yine köy yollarında

Yine güz gelmişti ve okullar açılıyordu, 2’ye başlıyordum. Annemin deyimiyle okumaya çok iştahlıydım, “inşallah okuyup öğretmen olacak”tım. Çok okur bu, belki de ‘profosor’ olur derdi, ama öyle derken övünme değil, “başımıza profesör kesilecek” serzenişi hissedilirdi.

Öğrenci değilken kolaydı köye pekmez kaynatmaya gitmek de okula başlamıştım artık ve annemsiz şehirdeki evimizde kalmam çok zor görünüyordu. Babam çalışıyordu esnaftı, abim liseye gidiyordu okuldan gelince evde fazla durmuyordu, diğeri yine eve pek uğramazdı sanayide dükkanda yatardı, en büyük hepten yoktu, o yurtdışında okuyordu. Hem de ben doğdum doğalı. Annemsiz ev bekar eviydi, ara sıra uğranıyordu.

1’e yazdırılırken annem Müdür Bey’le bi konuşma yaptı; “pekmez bitmeden köyden gelemeyiz, geç başlasın, zaten çoktandır okuyor az da yazabiliyor epeydir, geride kalmaz” dedi.

Arkaları gür kıvırcık, tepeleri pasparlak kafalı Müdür Bey döndü bana baktı. Hemen ayağa kalktım, evde günlerdir prova ettiğim gibi ellerim yanlarda, başım dik, öylece bekledim. Annem demişti; nerde öğretmen görürsen önünü kesme, sözünü kesme, saygı duruşunda bekle, selam ver. Anneden sonra en kutsal varlık öğretmendir unutma.

Müdür bakmayı kesti ve kararını açıkladı, ikna olmuş ses tonuyla geç başlamama izin verdiğini söyledi. Sonra usulca ekledi; badem, ceviz filan var mı köyünüzde Hanife Hanım? Annem gülümseyerek baş salladı; var var, getiririm ben inşallah size dedi.

Böylece bebeklikten beri olduğu gibi teyzem, Musti, annem ve ben pekmez kaynatmak için köye gitmelere yine devam edebilecektik..

Ama edemedik..Annem, öylesine, sanki sıradan bi haberi verir gibi bi anda; “Mustafa köye gelmiyor bu sene” deyiverdi. Kafamdan aşağı kaynar sular döküldü. Şu yalan dünyadaki 7-8 senelik ömrümde kendime en yakın bulduğum kişi Mustiydi. Musti’yi bazen kendim, kendimi de Musti sanıyordum. Bi kere bunu Musti’ye söylemiştim, “sakat mısın kızım sen” deyip kafama fiske vurdu. Ama sonra üzülüp hem kafamı öptü hem eski Teksas Tommiks’lerinden verdi hem de kiracıları Nevzat bakkaldan Mey-Buz aldı.

Neyse işte, annem Musti gelmeyecek dedi, kurma bebek gibi ağlamaya başladım, banane banane o zaman ben de gitmem diye yerlere attım kendimi. Musti yoksa ne köyün ne şehirin ne de dünyanın bi anlamı kalıyordu.

Akşam son hazırlıklar için teyzemlere gittiğimizde Musti niye gelmiyor gelsin diye teyzeme sarılıp ağladım, o kadar ağladım ki ağzım yüzüm salya sümük oldu. Musti’nin abileri ağlayışımla dalga geçip odadan odaya koşturdular peşimden. Musti de olup biteni seyredip benimle dalga geçti, alkış tuttu. Gitmeyecem işte gitmeyecem oh olsun diye iyice delirtmeye çalışıyordu.

Sonunda teyzem önümü kesti, kucağına aldı beni. Yüzümü gözümü sildi, öptü kokladı, oğlanları peşimden uzaklaştırdı, ceza olarak sıfır traşlı kafalarına şaplak vurdu, Musti’nin kulağını büktü, bi daha kim Virgie’yi ağlatırsa bu geliyor diye beş kardeşi gösterdi..

Teyzemin bağrında yaşadığım o anların; duyduğum o sahiplenilmenin, kayırılmanın, koşulsuz sevilmenin hazzını dün gibi hatırlıyorum..ve V yakalı boydan elbiselerinin yakasından görülen beyaz teninin kokusunu, kollarındaki dirseğe kadar sıralı bileziklerin şıngırtısını ve bal rengi gözlerindeki hiç bitmeyen hüzün ve elemi..

Sonra ellerimi tutup arada öpe öpe anlattı bana. Musti’nin öğretmeni değişmiş bu yıl. (4’e gidiyordu o) Yeni gelen izin vermemiş. Ne dedilerse ikna edememişler. Musti abileriyle kalacakmış. Hem onun ablası da vardı, ona bakardı ki. Benim yoktu..

Kabul ettim mecburen, ağlamayı kestim . Bir kaç gün içinde de hazırlıklar tamamlandı. Ortanca abimin kullandığı teyzemgilin tahta kasalı kocaman kırmızı kamyonu ile yola çıktık. Abim bizi bırakıp dönüyor, 1 ay sonra tekrar almaya geliyordu. Pekmez tenekeleri o kamyonla şehre götürülüyordu. 70-80 teneke diye hatırlıyorum.

Şöfer mahallindeydik hepimiz. Ben zaten her yere sığan minicik bir çocuktum. Ancak azmetmiştim Eylül ayını ağlayarak geçirmeye, bu sefer de arkada kasada gidicem diye ağladım. Ama abim kocaman kaşlarının altından öyle bi baktı ki koşa koşa şöfer mahallinde teyzemin kucağına yerleştim.

Köye vardık, annemle teyzemin getirdiği şeyler dağıtılmaya başlandı hemen o akşam. Gece dağıtılması makbuldü. Annem ve teyzem her Eylül köye gelişte getirdikleri paketleri hısım akraba ve sülaleye dağıtırlardı. Ben paket dedim anlaşılsın diye, çıkın-bohça. Ebemgilin evinde, şimdi bizim hol dediğimiz onların mabeyin dediği aralığa kumaş bohçalar yayılır, bir paket şeker, bir paket çay, Samsun, Bafra, Maltepe, Birinci ne alınmışsa birer cigara paketi ve ikişer somun ekmeği çıkın edilirdi. (Goca Yenge, Hacı Iraz, Güllü Ayşası gibi bilge kadın konumundaki hanım akrabalara 4 metre şalvarlık kumaş, Yahya Dayı, Şevketlerin Hasan, Koreli Gazi İlyas gibi adı namlı-geçmişi şanlı erkek akrabalara da triko süveter konulurdu)

Sonra sülaleden bir kaç genç (bu oğlanlara kağıt para verirdi teyzem, teyzemin kağıt parası çoktu) kollarına çıkınları takar, tembih edilen evlere gece bitmeden tek tek dağıtırlardı.

Şehre göç etmiş ve hali vakti az çok yerinde olan kişilerin köyüne/ köylüsüne vefa ve sadakat nişanesi idi bu. Alamanyalara gidip epey durumu iyi olanlardan ise bu hediyelerden ziyade, köy mezarlığına duvar çevirttirmesi, caminin damına sac ya da kiremit yaptırtması beklenirdi.

Uzatmayayım, o gece çıkınlar yerine yerleşti, yol yorgunluğu yemek yiyip yattık, ancak uyumak ne mümkün..

Yo yo deli Meyrem gelmedi :)) ( Deli Meyrem’i merak edenler bkz: https://youngvirginia.home.blog/2019/06/23/deli-meyrem/)

Ebem uyutmadı annemgili. Tam dalacağız; bakın hele kızlar, Yakup Dayınızın Keziban’a da verdiniz mi çıkın? Verdik ana verdik. İyi hadi uyuyalım gayri. Bakın hele kızlar, Durmuşların Ümmü Güssün’e de verildi mi? Verildi ana. İyi hadi uyuyalım gayri. Biraz sessizlik. Derken ebemin çekingen sesi; Gıldırların Hatça’ya zaten vermişsinizdir..

Ve uyuya uyana sabah oldu. Horozlar öter ötmez kalkıp cama dikildim. Köy bir yamaç üzerindeydi ve tek ana caddesi vardı; cadde dediğim ince bir yol. Tüm köy ordan gelip geçiyordu her yere. Tüm köy, çayırlara yayılmaya götürülen keçiler, inekler, koyunlar. Camiye giden dedeler. Ve okul çocukları. Öğretmen bile o yoldan geçiyordu! Öğretmen! Ve yine ağlamaya başladım. Öğretmenim ve okul geldi aklıma. Bağa üzüm kesmeye hısım akrabadan boş insan toplamaya çıkan annem benim ağladığımı görünce can sıkıntısıyla seyirtti. Gene mi Mustafa’ya ağlıyor bu dedi teyzeme. Teyzem bana göz attı, dil çıkardı; yo düştü de ondan dedi. Teyzem kurtarmasaydı annem bu sefer dövecekti sanırım beni. Sustum, aklıma bi fikir geldi ve birden gülmeye başladım. Sonra teyzeme dönüp boynuna tırmandım, kulağına planımı fısıldadım.

Devam edecek…

Saadet Teyze (son)

Bugün bitireyim bu bahsi dedim, çünkü dünden beri o günleri yaşıyorum, yalın ayak başı kabak çocukluk sokaklarında geziyorum..

Soner, üvey evlat olup annesinin görev yaptığı bir Doğu ilinden kundakta bebekken alındığını duyar duymaz Saadet Teyze ve Dündar Amca’yı reddetti. O kadar hızlı gelişti ki olaylar, sanki 18-19 yılı geri sarabilir, yeniden doğduğu güne dönebilir ve ebeveynini seçebilirmiş gibi davranıyordu.

Saadet Teyze uzun bir suskunluk dönemine girdi. Bekledi. Ne yaparsa yapsın Soner’i kaybettiklerinin farkındaydı, ondan geriye ne kalacak, onu bekliyordu.

Soner liseyi bıraktı. Onca ısrara yalvarmaya rağmen bıraktı, anne babasını, çocukluğunu gasp etmekle suçladı ve zorla elde ettiği bilgilerle yeni ailesini daha doğrusu eski ailesini aramaya gitti.

Aylarca gelmedi. Saadet Teyze yataklara düştü. Dündar Amca da Soner’i aramaya gitti. Sonra birlikte döndüler.

Soner, adını değiştirtmişti, adına yeni adını ekletmişti. Buna ilk adapte olan abim oldu. Evde Mahmut geldi Mahmut gitti deniyordu artık. Fark derslerini verip okula tekrar kaydoldu. O arada abim üniversiteye başlamıştı çoktan. İlimizde yeni açılan ve barakalarda eğitim veren üniversitede sosyoloji veya psikoloji bölümleri olmadığından Türk Dili ve Edebiyatı’na kaydolmuştu. Bu arada küçük Virgie de ilkokula başlamıştı, ama rol çalmayalım şimdi Soner Abi’den. Pardon Mahmut Abiden.

Saadet Teyze, başı dumanlı koca dağlar gibi Saadet Teyze, hiç ses etmedi. Evladının tamamını kaybetmektense kalanına razı oldu ve abimden sonra ona Mahmut diyen ikinci kişi oldu. Dündar Amca’yı gönderip Soner’in o Doğu ilindeki aile fertlerini getirtti, kız kardeşleri vardı, annesi vardı, baba yoktu. Annesi ona hamile iken ölmüştü zaten babası.

Bize de telefon etti Saadet Teyze, “köylüm yavruyu da al gel, bak Mahmud’un anasıgil geldi” dedi. Annem çok ağladı. Soner’i namıkörlükle suçladı. Annem namıkör derdi, biz de hiç düzeltmedik. Anneler istediği kelimeyi istediği gibi eğip bükebilir, karışmamalı bence.

Yavru bendim 🙂 Babam taksiyle götürdü bizi. Şehirde zaten 5 tane filan taksi vardı, babam hepsinin şöferini de tanırdı, sanayide kullandıkları külüstür arabayla gezmeye götürmezdi bizi, taksiyle giderdik. En sevdiğim şeydi taksiye binmek. Sırtımı anneme, yüzümü şehre verip, akan insan karmaşasını izleye izleye gitmek.

Günler böyle kaynaşa konuşa anlaşa geçti. Saadet Teyze kazanlarla yemekler pişirdi, davetler verdi, üniversiteye kaydolamayan Soner’e iş arandı, bulundu. Soner’in yeni ailesi bizim şehre taşınacak oldu, vazgeçildi. Bütün bu aralarda Saadet Teyze hiç konuşmadı. Hep güldü, yemekler yaptı, koşturdu, terledi, şöferi ile ilçe ilçe parti çalışmalarına katıldı. Ama ben ondan yaşananlara dair bir cümle duymadım. Nasıl kabullendiyse o defteri öylece kapattı.

Gittik. Gelen yeni anne; çenesinde dövme olan; sürmeli gözlü, elleri kınalı, ak tülbentli, mor entarili zapzayıf, epesmer bi teyzeydi. Sarılınca bağrından dağ çiçeği kokusu geldi. Sonra adını söylediler. Neden çiçek koktuğunu anladım; Menevşe idi adı. Annem önce temkinli yaklaştı, Saadet Teyze belki kızar sandı sanırım, sonra herkes kaynaştı. İki üç kez gittik Menevşe Ana’lar varken Saadet Teyzelere. Annem, “Menevşegili de getir bacım, baklava açacam, su böreği yapacam” diye kaç kez telefon ettiyse de onlar varken gelmedi/getirmedi onları bize hiç. (O yıl eve telefon bağlandı)

Fatma başkasıyla evlendi. Soner yeni ailesine gidip gelmeler sırasında oralarda tanıştığı, Saadet Teyze’nin asla tasvip etmediği bir kızla evlendi. (Minik detay; Saadet Teyzeler içki kullanan, caz dans partileri yapan bi aileydi; Soner de öyle, ancak o artık her konuda kendini yeniden inşa ederken dünya görüşünü de yeniledi, kız kapalıydı dindar çevredendi ve Saadet Teyze bunu hiç kabul etmedi)

Zaten çok büyük sarsıntı geçiren aile bağları bu gelişme ile koptu, Soner yeni yuvasını tamamen yeni ailesi ile Mahmut kimliği ile kurdu. Saadet Teyzeler düğüne bile gitmedi, elbette biz de. Abimden aldık havadisleri. Aynı şehirde oturdular, torunlar oldu, Saadet Teyze yalvar yakar eve getirttiği torunlarını severek az da olsa teselli oldu..

Biz bu havadisleri hep abimden aldık, o da üniversiteyi bitirmiş, mesleğe başlamış, yeni bir hayat kurmuştu ve sanıyorum son yıllarına kadar ara ara görüştüler. Gözüm gibi sakladığım eşyaları arasındaki telefon defterinde “Mahmut S.” kayıtlı..

En son 94 senesinde nişanlımla düğün davetiyesi vermek için gittik Saadet Teyzeye. Bunca sene hep aynı evde oturdu. Zili çalınca kendisi açtı. İçi erimiş dev bir elyaf yorgan gibiydi. İncecik bilekleri, minik elleri ve kocaman gıdısı duruyordu. “Dündar Amcan öbür tarafa gitti” dedi, gökyüzüne avcunu açarak. Sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlaştık. “Köylüm nasıl, hemşerim nasıl, kendilerini toparladılar mı abinden sonra” dedi. Uzun uzun konuştuk. Yemek yedirdi. Nişanlıma beni anlattı. Nasıl minicik olduğumu, kucağında kuş gibi beslediğini..

Cesaretimi toplayıp Soner Abi nasıl dedim. Sorma dedi. Sorma, Soner kendini ateşlere attı sorma dedi. Sormadım. O da bana abim ve geride kalanlarla ilgili bir şey sormadı. Başını bir tarafa eğerek tutuşmamış kömür rengindeki donuk gözlerini yine kırptı, bu kez “şu nişanlın olacak el oğlu olmasa ne anlatacaklarım vardı sana” der gibiydi, ikimiz de “bir daha ne zaman görüşürüz kimbilir” dercesine baktık. Sarıldım, öptüm, kokladım, çok ağladım, (çıkınca nişanlım, bayılacaksın sandım ne çok ağladın dedi) “Düğününüze gelemem kızım, serumlan yaşıyorum” dedi, “benden bi şey alırsınız” diyerek zorla para sıkıştırdı elime, ellerini öptük ve çıktık.. merdivenleri inerken geriye baktığımda annemin tabiriyle gözlerinden bulgur gibi yaş dökülüyordu..

Bir daha hiç görüşmedik…

Abim, o zamanlar

Saadet Teyze (devam)

Abim bir kez ortaokulda, bir kez lisede sınıfta kalmıştı. Bunu annemlerle paylaşmış mıydı ben nereden duymuştum bilmiyorum, o hiç bir şeyini söylemezdi annemlere. Gelir gelmez odasına girer kimseyi almazdı, ben hariç. Ben hep onun en özeliydim. Gerçi evde kimin odasına süzülerek giriversem kabul görürdüm. İnsan çocukken çocuk olduğunun bilincinde olmuyor. Ya da ben değildim. Evde oda oda gezer, o hayatlara dahil olur, çözüm üretmek isterdim; anlardım dertlerini, ama zihnimi, kalbimi, dilimi bi şey tutuyor, engel oluyordu hissettiklerimi, gördüklerimi söylememe..henüz erişilmemiş çocukluk bilinci..

Abim, Soner Abi ile geldiler o gün eve. Annesi de tam bizde iken denk geldi ilk kez. Soner Abi’nin annesine çok düşkün olduğunu sanırdım, dizinde filan uyuduğunu. Uzak uzak durduğunu gördüm o gün. Gerçi abim de öyleydi. Annemle hiç anlaşamazlardı. Günlerinin yarısı kavga etmekle geçerdi, benim günlerimin çoğu da annem ve evdekiler barışsın diye oda oda gezmekle..

Saadet Teyze pamuk çuvalı gibi kocaman bağrını açtı, sarı kafalı cılız Soner Abi’yi bağrına bastı. Gırtlağından yeni çalışmış, istop etmesin diye gaza basılan arabalar gibi hırıltılı ve gür, “anan sana kurban olsun yavrum, gel gel” sözleri çıktı. Soner’in cılız omzu ve küçük sarı kafası annesinin ak göksünde kayboldu gitti. Abimi de çağırdı ve kafalarını tokuşturdu, herkes güldü. Bana da göz atıp öpücük yaparak, “seni sonra seveceğim” mesajı verdi. Ben öyle anladım.

Erkek çocuklar çıktı. Gelin bulaşığa girişti, onun kocası olan abimle babam zaten aynı mahallede olan dükkanımıza geri döndüler; Saadet Teyze, annem ve ben kaldık. Fatma konusu fısıldaşılmaya başlandı kaldığı yerden.

Fatma, Soner’le ve abimle aynı sınıfa (Lise 2) kaydolmuş. Kasabadan (büyük bi ilçeydi, lakap olarak kasaba derlerdi, sonra il oldu) gelmişler. Annesi babası onu okutmak için taşınmışlar şehre. Yengesi gibi (Saadet Teyze) hemşire olsun istiyorlarmış ama o öğretmen olacağım diye tutturmuş. Üniversite okumak için yanıp tutuşuyormuş, fakat bir anda bu Soner sevdasına kapılmış ve “okumayı bırakıp evleneceğim” derdi ile yanıp tutuşuyormuş şimdi. Biraz fakir bir aile imişler, Saadet Teyze, “ben onlara da bakarım, servetim herkese yeter evelallah köylüm” diye höykürdü anneme. “Ancak o iş başka bu iş başka” dedi, “gelin olarak almam” dedi.

Sanki bu Fatma’yı gelin almama ısrarının altında Saadet Teyze’yi tedirgin eden başka bir şey var gibiydi. Bi endişe, bir korku..

Annem de bunu böyle düşünmüş olacak ki, “alma bacım” dedi, “istenmeyen lokma yutulmaz, seni biliyorum, olacağını bilsen böyle direnmezdin.”

Saadet Teyze gitti. Ev ve bizler kendi dünyamıza daldık. Annem ara ara babama, “Saadet’i bi ara hele bugün gelsin, börek yapacağım” gibi tembihlerle arayı uzatmamaya çalışıyordu.

Çok seviyorduk biz Saadet Teyze’yi. Eve o geldiği zamanlar yayılan parfüm kokusu, ses curcunası ve kalbimi köpürten o hediyeler, kucaklamalar, koklaşmalar, 40 seneye yakındır zihnimde ayrı bir ışıltıya ve sıcaklığa sahip.

Neyse uzatmayayım, size söz verdim Fatma’nın neler yaptığını anlatacağıma. Gerçi haftaya mı bıraksam acaba? Neyse, neyse devam..

Yine bir Saadet Teyze günü. Bu kez Dündar Amca getirdi, benim markasını bilmediğim yüksek bi araçla. Arazi aracıymış.

Kapıdan ağlayarak girdi Saadet Teyze, salona girmedi; ful çiçekli, dikiş makinalı, şark yastıklı, sedirli holdeki (hani çıkan kısımlarda yazmıştım, annemin evi yapan Mustafa Usta ile kavga ede ede genişlettiği büyük hol) sedire çökerek höyküre höyküre ağlamaya başladı. Annem, Dündar Amca, gelin, ben seyrediyorduk. Bu arada günlerdir Soner Abi bize gelmiyordu, abim, “okula da gelmiyor” demişti. Saaadet Teyze ağlarken annemin aklına bu geldi sanırım, “Soner’e bir şey mi oldu” dedi. Gözümün önüne sarı kafa, sıska omuzlu, koca gözlüklü Soner Abi geldi o an. Ona ne olabilir ki dedim içimden. Öğretmen dövmüştür muhakkak, çünkü tembel tenekenin teki bence, bi keresinde abim, “Soner üniversiteye gidemez gibime geliyor, güya onun özel hocası var benim yok, her şeyi bana soruyor, ben ona yardım edeceğim derken bilmediklerimi öğrendim, o hala öğrenemiyor” demişti.

Saadet Teyze’nin bedeni, büyük beyaz bir gemi gibi, sarsıntılarla sallana sallana limana yanaştı ve durdu; artık ağlamıyordu. Şimdi sadece burnunu çekiyor ve hiç ses çıkarmadan dizlerine vuruyordu. O an annem yanına oturdu ve ellerini tutarak; “Saadet, ne oldu bacım, çok korkuttun bizi, Soner’e mi bi şey oldu” dedi tekrar.

Saadet Teyze’nin bembeyaz yüzü bayrak gibi kıpkırmızı olmuştu. İrice burnu morarmıştı. Bana hep göz atan, içleri gülen o gözler, annemler sobayı yakınca tutuşmayıp, sobanın her yerinden kesif/gri dumanlar çıkartan geniz yakıcı kömür gibi donuktu. Ben de çok üzüldüm. Anlamasam da üzüldüm. Bir çocuğun üzülmesi için sevdiği birinin ağlaması yeterlidir.

Birden, ansızın düdük çalıp sizi sıçratan gemiler gibi, konuşuverdi Saadet Teyze. O sözü hiç unutmadım; çünkü bu olaydan 10-15 yıl sonra, ailecek yaşadığımız korkunç faciada evimizi aradığımda (ararken habersizdim elbette, hal hatır soracaktım, o olay gerçekleşeli yarım saat kadar olmuş) telefona çıkan babam da aynı lafı demişti, hiç unutmadım.

“B.ku yedik köylüm” dedi Saadet Teyze kısılmış sesiyle. Annem telaşlandı, Dündar Amca’ya baktı. Onun da boynu büküktü. Ve Saadet Teyze, Fatma’ya, görümcesi olan annesine, onların kasabadan göçmesine sebep olanlara bir dizi küfürler, beddualar, lanetler okuduktan sonra, daha sakin bir tonla devam etti.

“Fatma, benim oğlandan yüz bulamayınca, ben de anasına “kızını evime gelin olarak almam” deyince, anasıyla bir olup buna da (Dündar Amca’ya baktı) söz geçiremeyince ne yapmış biliyor musun?”

“Ne yapmış?” Bütün ev koro halinde sordu bunu. Yıkamakta olduğu köpüklü çay bardağı ile gelin bile mutfaktan gelmiş sormuştu.

“Soner’e evlatlık olduğunu söylemiş..”

Ev sustu. Bilmediğimiz bir sırrın, başka bir aileye ait sırrın, içinde ölüm-kalım, kavga-döğüş veya bedensel acılar olmayan bir sırrın, bir psikolojik işkencenin bomba gibi düştüğü bi evin suskunluğuydu bu..